“Ve kadınlar
bizim kadınlarımız:
korkunç ve mübarek elleri
ince, küçük çeneleri, kocaman gözleriyle
anamız, avradımız, yârimiz
ve sanki hiç yaşanmamış gibi ölen
ve soframızdaki yeri
öküzümüzden sonra gelen
ve dağlara kaçırıp uğrunda hapis yattığımız
ve ekinde, tütünde, odunda ve pazardaki
ve kara sabana koşulan ve ağıllarda
ışıltısında yere saplı bıçakların
oynak, ağır kalçaları ve zilleriyle bizim olan
kadınlar,
bizim kadınlarımız…”    
Nazım Hikmet

Aylin Sözer, Selda Taş, Vesile Dönmez, Betül Tuğluk, Ceren Damar, Pınar Gültekin, Şule Çet, Özgecan Aslan ve ismini sayamadığımız yüzlerce, binlerce kadın… Yurdun dört bir yanından ölüm haberleri geliyor. Kadınlar birer birer eşleri, oğulları, babaları, kardeşleri, kayın pederleri kısacası sözde “mutlu ve sıcak ailelerinin”, “yuvalarının” erkekleri tarafından katlediliyor. Yurdun dört bir yanından kan fışkırıyor… 
Yurdun dört bir yanından kan fışkırıyor… Erkek Tanrı’nın ve erkek devletin, erkek yasalarının emri ile erkek milletin “en erkekleri” , erkekliklerine ve erklerine halel geldiğini hissettikleri anda sofralarındaki yeri öküzlerinden bile sonra gelen eşlerinin, bacılarının ve kızlarının “kınalı” boyunlarını kurbanlık koyun gibi gözlerini kırpmadan kesiyor. 
Yurdun dört bir yanından kan fışkırıyor… Ve bütün bir ülke, bütün bir halk bütün bu cinayetleri bir gerilim filmi seyreder gibi, bir cinayet romanı okur gibi olağandışı bir metanetle ve sükûnetle karşılıyor…

Son 5 yılda 1951 kadın katledildi!
Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu verilerine göre 2016’da 328, 2017’de 409, 2018’de 440, 2019’da 474 ve geçtiğimiz yıl 2020’de 300 kadın katledildi, 171 kadının ölümü de "şüpheli" olarak kayıtlara geçti. Bu kadınların birçoğu koruma talep ettikleri halde, hatta sözde koruma altındayken öldürüldü.
2020 yılında öldürülen 300 kadının 97’si evli olduğu erkek, 54’ü birlikte olduğu erkek, 38’i tanıdık birisi, 21’i eskiden evli olduğu erkek, 18’i oğlu, 17’si babası, 16’sı akraba, 8’i eskiden birlikte olduğu erkek, 5’i kardeşi, 3’ü tanımadığı birisi tarafından öldürüldü. 23 kadının ölümüne sebep olan kişilerin yakınlık durumu tespit edilemedi.
Kadının yaşam hakkına yönelen şiddet olaylarının çoğunda, kadın boşanmak istediği için şiddet görüyor. Ancak, yasada boşanan ya da fiilen birlikte yaşayan kişilerin de bu yasadan yararlanacağı açıkça belirtilmiyor, adeta yok sayılıyor. Oysa en yoğun biçimde şiddete maruz kalanları bu gruba giren kadınlar oluşturuyor. Çünkü boşanma gerçekleşse de eski kocaların eşlerini denetleme, kıskanma ve namusu olarak görme eğilimi devam ediyor. Bu, evli olmayıp da birlikte yaşayan ve ayrılan kadınlar için de geçerlidir. Nitekim Türkiye'de kadınlar boşandıkları için ve boşandıktan sonra ilişkiye girdikleri için öldürülüyor. Bu, fiilen yaşanan birliktelikler için de fazlasıyla geçerlidir. Ancak bazı mahkemeler, sözü edilen durumdaki kadınlar için koruma talebine hükmetmiyor.
Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı'nın internet sitesinde yurttaşları eğitmek için koyulan Kurum Yayınları'nın içinde kadına yönelik şiddetin gündelik nedenlerinin açıklamasını bulmak ta başka bir ironik durum;
T.C. Başbakanlık Aile Araştırma Kurumunda iki yıl Yüksek İhtisas Kurul Üyeliği yapmış olan Prof. Dr. Kemal Çakmaklı tarafından 1997'de yazılan kitabın önsözünü, dönemin Devlet Bakanı Işılay Saygın yazmış.
27. sayfadaki "Dayak" bölümünde "Unutmamak lazımdır ki dayak olayı sebepsiz ortaya çıkmaz" deniyor.
"Kliniğimize yapılan başvurular göstermiştir ki eşlerden birinin gergin, sinirli anında karşısındaki genellikle anlayışla sevgiyle cevap vermemektedir (...) Gerçi sebep ne olursa olsun yine de hatadır. En doğrusu, böyle bir ortam hazırlanmaması için tedbir almaktır."
26. sayfadaki "Aldatma" bölümünde,
"Eşin ilgisizliği uzun süre devam edip, çeşitli uyarılara rağmen ilgisizlik önlenemeyince, uyarı yapan, eşini ikinci plana itmek zorunda kalmıştır" deniyor.
Çalışan Annenin Kılavuzu adlı kitapta ise, kadının asli görevinin ev hanımlığı olduğunu hala hatırlamak zorunda olduğunu öğreniyorsunuz.
"Anne çalıştığı gerçeğinin yanında asıl görevinin ev hanımlığı olduğunu her zaman hatırlamalıdır. Bir annenin birinci görevi kocasına eş, çocuğuna anne, yuvasına hanımefendi olmasıdır."

İstanbul Sözleşmesi Yaşatır!

Kadına yönelik şiddete karşı Bakanlığın zihniyeti bu olunca aslında sorunun çözümüne yönelik fazla umutlu olmaya da imkân kalmıyor. Tam adı Kadınlara Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi olan İstanbul Sözleşmesi’ni Saadet Partisi ile ittifak kurabilmek için feda etmeye hazır olan hükümetten de fazla bir şey beklememek gerek. 

Türkiye'de erkek şiddeti, münferit değil sistematiktir. Yasalar çıkarmak ve bu işin yalnızca yasal çerçeveyle çözüleceğini düşünmek, yaşanan şiddet gerçeği karşısında gerçekçi bir yaklaşım değildir. Ancak yine de Kadına Yönelik Şiddetin Önlenmesine İlişkin 6284 sayılı yasa ve İstanbul Sözleşmesi kadın cinayetlerini durdurmak için önemli birer araç. Ancak yıllardır, hükümetin ve resmi kurumların 6284 sayılı yasayı ve İstanbul Sözleşmesi'ni uygulamak için çaba göstermemesi hatta tam tersine bu yasa ve sözleşmeyi tartışmaya açması katillere cesaret veriyor.

Kadının Adı Yok!
Kadının bu ülke de adı yok. Ne dün vardı ne de bugün. Kadın kimliğine karşı yapılan bu organize saldırılara karşı Kemalist’i, sosyalisti, milliyetçisi, feministi, türbanlısı, moderni, Türk’ü, Kürt’ü, Alevi’si, Sünni’si tüm kadınlar güçlerini birleştirip “yeter artık haklarımızdan, bedenimizden ve hayatımızdan elinizi çekin!” demedikçe yarın da kadının adı olacağı şüpheli…