Tam 850 yıl sonra Batı Türk milletini Anadolu’dan çıkarma hayallerini neredeyse gerçekleştirecekti. 10 Ağustos 1920 tarihli imzalanan Sevr antlaşması tam olarak Türklerin Milletinin Anadolu’da küçücük bir toprak parçasına hapsedilmesinden başka bir şeye değildi. Bu antlaşmayı büyük bir başarı gibi kabul eden dönemin iktidarları karşısında sadece ve sadece Devleti Aliye’nin Burjuvazisini oluşturan Askeri kurmay gurup vardı. İstanbul’u işgal eden Batılılar karşısında el pençe divan duran kudretli Osmanlı hanedanları olamazdı. Bursa’da Osman Gazinin mezarını ayaklar altına alan Yunan komutanların hadsiz davranışları sadece Türk milletini rahatsız etmişti. Batıda Yunan’ın ve Bulgar’ın ihanetini yaşamıştık. Doğuda ve Anadolu’nun birçok yerinde Milleti Sadıka dediğimiz Ermenilerin bir kısmı yoldan çıkmış; çeteler vasıtası ile Türk milletine kan kusturmuşlardı. Güney cephesi hepsinden acı hikayelerle doluydu. Din kardeşimiz dediğimiz Araplar Osmanlıyı sırtından hançerlemekten hiç çekinmemişlerdi. 1571 yılından beri Türk İslam dünyasının vatanı olan Kıbrıs’ı üç kuruşluk İngiliz altınına satan Sultanlar ve akrabaları Sevr antlaşmasını başarı olarak bile nitelendirmişlerdi. 

Tüm bu olup bitenler karşısında kafa yoran sadece Osmanlının kurmay sınıfıydı. 1900’lü yıllarda İstanbul’da her tür bölücülük cirit atarken bir tek Türkçü akımlar mevcut iktidarca tehlike olarak nitelendirilmişti. Kurtuluş için mücadele eden bu kurmay sınıf tüm dünyada inanılmaz işlere imza atmıştı. Kimi Türkistan’da, kimi Suriye’de kimi Almanya’da Türk milletinin kızıl elması hayali ile ölüme merhaba demişlerdi. 

10 Ağustos 1920 ile 30 Ağustos 1922 tarihleri arasında Türk milleti var olma savaşı verirken Vahdettin beşinci karısı ile dünya evine girmek için dillere destan düğün yapmaktan çekinmemişti. Peygamber Efendimizin övgüsüne nail olan Fatih Sultan Mehmet Hanın fethettiği İstanbul 4 yıl 10 ay 23 gün düşman işgali altında iniminim inledi de Türk milleti haricinde bir Allah’ın kulu bu durumdan rahatsız olmadı.  Bursa’da Yunan komutan Osman Gazinin mezarını ayaklar altına alarak resim çektirmesi sadece Anadolu’nun fakir fukara kara kuru insanlarını rahatsız etti. İzmir işgal edilmiş Yunan askerleri ve Rumların yapmadığı edepsizlik kalmamışken Akka’da Türk askerlerinin karnını yararak altın arayan bedeviler mevcut durumdan hiç rahatsız değillerdi. Bu örnekleri o kadar çok çoğaltabiliriz ki; bu sadece geçmiş dönemdeki ihanetleri tekrar hafızamızda canlandırır. 

Küçücük bir toprak parçasına hapsetmeye çalıştıkları Türk milleti, yine bir sürpriz yaparak Misakı Milli sınırlarının büyük bir kısmını tekrar vatan kılmayı başarmıştır. Batının bu son cüretine bu defa Gazi Mustafa Kemal Atatürk karşı durmuş ve “ya istiklal ya ölüm” diyerek hem Anadolu’nun hem de İstanbul’un fatihi unvanını almaya hak kazanmıştır. 

AYDINLARIN İHANETİ

Geçen hafta Wagner nedeni ile yazamadığım Aydınların ihaneti başlıklı yazımın ilk kısmını siz değerli okurlarımla paylaşmak isterim. Aslında aydınların ihaneti tanımlaması ilk olarak Fransız asıllı Julien Benda kullanmıştır. Aydınların sorumlulukları ve sorumluluklarından kaçmalarını ele almıştır. Diğer taraftan ise Weimar Cumhuriyetinin 9 Kasım 1918 tarihinde kurulması ile başlayıp 30 Ocak 1933 tarihine kadar olan kısımda Alman aydınların sorumlulukları ya da sorumsuz davranışları bu yazının temelini oluşturmaktadır. Şayet Alman aydınlar sorumluluklarını yerine getirmiş olsalardı dünya Adolf Hitler isimli bir deli ile tanışmayacaktı. Bu Almanya’da olan bir vaka iken son günlerde bizde de aydınların ihanetini başka bir şekilde tezahür etmektedir.  

911 km uzunluğundaki Türkiye Suriye sınırı 4 Haziran 2009 tarihinde çıkarılan bir kanunla mayından arındırılması kararı verildi. Eylül 2003 tarihinde Ottowa sözleşmesine imza atan Türkiye Mart 2004 tarihinde bu sözleşmeyi yürürlüğe koydu. Bu sözleşmeye taraf olunduğunda 911 km uzunluğundaki arazide organik tarım yapmaktan bahsedenler o tarihlerde GAP projesini rafa kaldırmışlardı bile. Bu sözleşmeyi kabul etmeyen bir iki ülke ismi söyleyelim ilk olarak. Rusya, ABD, Çin. Bu sözleşmeye Türkiye’yi taraf kılan aydınlar daha sonra Türkiye’ye 6 milyon Suriyeli geçici sığınmacıların geleceğinden haberdar değillerdi. Aynı Almanya’da Adolf Hitlerin iktidarı ele geçireceğinden Alman aydınların haberleri olmadığı gibi. Her gün bebek katili Apo’ya övgüler düzen siyasetçilerin beslemeleri Türk Milliyetçiliğini ayaklar altına almak için yarışıyorlardı. Açılım saçılım döneminde akil adam olma hevesi ile her tür şarkı türkü söyleyenler ve onlara arkadan sufle veren aydınlar PKK’lıların hendek kazdıklarından da haberleri yoktu. Yine PKK’lı üç beş piç tarafından sahte belgelerle Türk ordusuna kumpas kurulması konusunda bazı siyasal aydınlar Türkiye’nin bağırsakları temizleniyor diyecek kadar aydın sıfatından uzak hain sıfatına yakın durmuşlardı. Bunlar dindar insanlar diye FETÖ ihanet şebekesine övgüler düzen düzenbazlar ne yazık ki aydın elbisesi ile ihanet şebekesinin silahşörlüğünü yaptıkları tescillenmişti. Bunları saymakla bitiremeyiz. Ne yazık ki bu memleketin ne kerizi ne de haini bitmiyor. Kendini aydın sayanlar ceplerindeki İngiliz altınları ile aydınlıklarını parlatırlarken mezarım burada vatanımda olacak diye haykıranlara gericilik yaftası yapıştırmayı görev ediniyorlar. Bu aydın geçinen hainler. 

Bu hafta bu girizgahla başlayıp haftaya daha detaylı olarak aydınların ihanet yarışını yazmaya devam edeceğiz. Siyasetçilerin nasıl kandırıldıklarını, yoldan çıkması mümkün olmayanların hangi argümanlarla siyasal sistem içerisindeki iktidara ve muhalefete düşman kılındıklarını. Üç kuruşluk menfaat için tün devletin çıkarlarının nasıl peşkeş çekildiğini. Bunu yapanlarında nasıl vatan millet Sakarya edebiyatı ile siyaset küfesini sırtlayanları harcamaya çalıştıklarını anlatacağız.