Gazeteci Deniz Zeyrek, Türkiye’deki yargı sistemine yönelik eleştirilerde bulunduğu yazısında, Yargıtay Birinci Başkanı Mehmet Uygun’un 1998-1999 Yargı yılı açılış törenindeki "Vicdanı ile cüzdanı arasında sıkışan hakimin vereceği kararın sağlıklı olacağını düşünmek insan aklına ters düşer" sözlerine atıfta bulundu.

Zeyrek, "Hepimiz bu sözleri “Hakimler maaşlarını artırmak istiyorlar” gibi sıradan bir yoruma indirgemiştik ama Uygun o sözlerinin devamında siyasal iktidarlara “adalet çatısı çökerse devletin de çökeceği” uyarısında bulunuyordu. Haklıydı da... Neticede “adalet” mülkün, yani devletin temeli değil midir?" diye sordu.

Zeyrek'in yazısı şu şekilde:

Geldiğimiz noktada yargı mensuplarının maaş sorununun çözüldüğünü söyleyebilir miyiz?

Sanırım söyleyebiliriz!

(Elbette hayat pahalılığından yargı mensupları da olumsuz etkileniyorlardır, aldıkları ücretlerden tam tatmin olmuyorlardır ama) AK Parti hükümetlerinin en çok yatırım yaptığı kamu çalışanlarının yargı camiası olduğunu söylersem kim itiraz edebilir?

(Yargıtay mensuplarının Anayasa Mahkemesi’ne takılan maaş artışı sorunu da çözülse tadından yetmez).

Kamu çalışanları arasında durumları en iyi olanlar arasında yargı mensupları olmasaydı, insanlar avukatlığı, hatta bakan yardımcılığını bırakıp hâkim-savcı olur muydu?

***

Peki cüzdan kısmı büyük ölçüde hallolduysa, bizim adalet sistemimiz neden çözülmeye, hatta çökme noktasına gelmeye devam ediyor?

Neden yargının “Bağımsızlık”, “tarafsızlık”, “kürsü dokunulmazlığı”, “coğrafi dokunulmazlık” gibi özelliklerinden/taleplerinden söz eden yok?

Neden hiçbirimizde adaletin tecelli ettiği hissi oluşmuyor? Bu soruların cevabı da çok açık:

Uygun’un kurduğu cüzdan-vicdan dengesinde cüzdanın yerini “siyaset” aldı.

Artık işin doğru ifadesi şudur:

“Siyaset ile vicdanı arasında sıkışan hakimin vereceği kararın sağlıklı olacağını beklemek insan aklına terstir.”

***

Pazar pazar niye bu sıkıcı konuyu yazdığımı merak etmiş olabilirsiniz.

Hemen arz edeyim:

Son zamanlardaki yargı kararlarına bakınca hep bu sorulara kafa yoruyorum:

Geçmişte cüzdanlarıyla vicdanları arasında sıkışmaktan yakınan yargı mensupları şimdi nerede sıkışmış ki böyle vicdanları kanatan kararlara imza atıyorlar?

72 kişiye mezar olan Grand İsias Otel davasında karar duruşması 24 Aralık'ta görülecek 72 kişiye mezar olan Grand İsias Otel davasında karar duruşması 24 Aralık'ta görülecek

Vicdan gitti de yerine ne geldi?

Düşünsenize, kanlı eylemleriyle ünlü IŞİD terör örgütüne mensup olduğu kesin görülen, 45 kişinin katledilmesiyle suçlanan, 46 defa ağırlaştırılmış müebbet almış isimler “mağdur olmasın, cezaevinde bir gün dahi fazladan yatmasın” diye serbest bırakılıyor. İş insanı Osman Kavala, belki de hayatı boyunca karıncayı dahi incitmemiştir, 7 yıldır tutuklu...

Gaffar Okkan’ın Konca Kuriş’in katili olan eli kanlı Hizbullahçılar serbest, Çiğdem Mater, Tayfun Kahraman, halkın oylarıyla milletvekili seçilen Can Atalay yıllardır cezaevinde.

Yayında dili sürçen gazeteci Özlem Gürses, terörist muamelesi görerek gözaltına alınıyor, Abdi İpekçi’nin katili, Papa suikastçısı Mehmet Ali Ağca canlı yayında gazeteci tehdit ediyor, kimse kılını kıpırdatmıyor.

***

Siyaset camiası, özellikle de iktidardaki siyasetçiler rakiplerine, kendilerini eleştirenlere kötülük yapmayı düşünebilir, isteyebilir, hatta kötülük yapabilir.

Ancak yargı mensubunun böyle bir lüksü olamaz.

Zira yargı mensubundan vicdanlı olması beklenir ve vicdanla kötülük aynı bedende bulunması zor iki kavramdır.

Eğer yargı mensubu birine dahi kötülük yapıyorsa/kötü muameleye yol veriyorsa, birinin özgürlüğünü bile bile elinden almayı sorun olarak görmüyorsa, vicdanıyla çoktan vedalaşmış, siyasetin kötülük taleplerine teslim olmuştur. Hatta belki de yargı cüppesini çıkarıp siyasetçi elbisesini giymiştir.

***

Kafka şöyle der:

“Kişi kötüyü kabul ettiği ve özümseği an, kötünün artık inanılmaya ihtiyacı kalmaz.”

Sanırım bu ülkede yaşayan herkes de yargı aracılığıyla hayatımıza boca edilen bu kötülükleri çoktan kabul edip özümsemiş.

Haliyle yargının artık bizleri adalet dağıttığına inandırmaya/ikna etmeye ihtiyacı dahi kalmadı.

Ya kendi kendimize “böylesine cennet bir ülkede bu kadar kötülük nasıl olur?” diye mırıldanarak meydanı o kötülüğe bırakacağız ya da “iyilik var olma gücümüzü artırır” düşüncesiyle kötülük karşısında bir olup diri olup mücadele edeceğiz.

Böylece, belki de varlığımızı sürdüreceğiz.

Başka bir yol yok!