"Kredi, paranın göklere çıkarılmasıdır,
tüm ürünler üzerideki krallığının ilanıdır."
Pierre Joseph Proudhon
Borç kelimesi, neredeyse, yaşamsal etkinliklerimizle eşdeğer bir anlam taşıyor. En asgari yaşam şartlarımızı karşılayabilmek için harekete geçtiğimizde, hemen borcun boyunduruğu altında buluyoruz kendimizi. Eğitim, sağlık, barınma ve diğer yaşamsal ihtiyaçlar paranın denetimi altında ve hayatlarımız da borcun denetiminde.
Borçlarımızın ekonomik kısmı ise kredi-paraya indirgenmiş durumda. Öğrencilerin eğitimlerini tamamlamak için kullandıkları –ve önünde sonunda işçileşemeye mecbur bırakılacakları- eğitim kredileri, barınma ihtiyacını karşılamak için kullanılan konut kredileri ve daha nice ihtiyaç borcun ve borçlunun yeniden üretimine sebep oluyor.
Hayatta kalabilmek adına borçlanıyoruz ve bütün bir hayatı borcun denetimi altında geçiriyoruz. Borç bizi denetliyor, arzu akışlarımıza, ihtiyaçlarımıza hükmediyor ve onları bastırıyor. Ancak tüm bunlarla birlikte, borç bizi işçi olarak da denetliyor. Öğrencilik süresince alınan krediler, bu sürecin bitmesi ile ‘’geri-ödeme’’ bekliyor. Konut ya da sağlık için alınan krediler, para olarak alınan borçlar… Yani bir şekilde borçlu olmak, neredeyse, bütün bir hayatı çalışarak tüketmeye mahkum olmak demek. Çünkü borç kendisini ‘’geri ödeme’’ olarak da dayatır ve bu borçlandırılanda bir tür ödeme sorumluluğu yaratır.
‘’Siz borçlarınızdan sorumlu olursunuz ve hayatınızda yarattığı zorluklardan ötürü suçluluk duyarsınız. Borçlandırılan, suçluluğu yaşam biçimine dönüştüren mutsuz bir bilinçtir. Eylemliliğin ve yaratımın hazları, hayatlarından zevk alma araçlarından yoksun olanlar için, yavaş yavaş bir karabasana dönüşür. Hayatınız artık düşmana satılmıştır.’’[1]
Kredi-borç ilişkisiyle ortaya çıkan ‘’alacaklı-borçlu’’ figürleri, sermayenin itaatkar, ‘’borcuna sadık’’ ahlaki yükümlülükler de içeren özneleştirmeler üretmesini sağlar. Böylelikle bu yükümlülük altında ezilen borçlu bütün yaşamını borçtan kurtulmanın, onu tüketmenin ya da azaltmanın nafile çabası içinde tüketir durur. Oysa sonsuz bir borcu ödemek için verilen nafile bir çabadır bu. Borç bitmeyecektir ve bu sebeple de çalışma ya da işçileştirme de devam edecektir.
“O halde borç bir özneleştirme içerimler, Nietzsche buna ‘’kendini işleme’’ ve ‘’kendine işkence etme’’ der. Bu çalışma, alacaklısı karşısında sorumlu ve minnettar hisseden bireysel öznenin üretilmesi çalışmasıdır. Bu yüzden ekonomik ilişki olarak borcun, tesir gösterebilmek için, öznenin tesisine yönelik etik-politik bir çalışma gerektirmesi gibi bir vasfı vardır. […] Borç hem ‘’bedeni’’ hem de ‘’zihni’’ hesaba katan bir özneleştirme sürecini gerektirir.’’[2]
“Soruyu bir kez daha ortaya koymama izin verin:
‘Borçları’ telafi etmek için ne kadar acı çekilebilir?
F. Nietzsche
Borcun ahlaki yönü üzerine en az Nietszche kadar derinlikli düşünen William Shakespeare, Venedik Taciri kitabında borçlu ile alacaklı arasındaki ilişkiyi borçlunun bedeni üzerinden betimler. Yahudi tüccar Shylock, dostu Bassanio için üç bin altın borç isteyen zengin tüccar Antonio'yla bir borç sözleşmesi yapar. Diğer Yahudiler gibi toplum tarafından aşağılanan ve tefecilik yapmakla suçlanan Shylock onu hor görenlerden biri olan Antonio'ya derin bir nefret beslemektedir. Antonio'ya üç ay için üç bin altını faizsiz vererek ona bir dostluk göstereceğine söz verir ve sözleşmeye bir madde eklenmesini önerir. Bu madde daha sonra hem borçlunun hem de alacaklının başına gelecek olan felaketlerin kaynağı olacaktır. Shylock, üç ay içinde üç bin altınlık borcu ödemediği takdirde Antonio'nun bedeninden bir parça et kesecektir: "Diyeceğiz ki, filan kişiden falan yerde filanca tarihte aldığım şu kadar altını, vaktinde ödemezsem eğer, alacaklı ceza olarak bu para karşılığı gövdemden yarım okka kadar bir parçayı kesebilir." [3]
Neoliberalizmde borçlu her insan Antonio’nun yaşadıklarını, hatta daha fazlasını yaşamaktadır. Çünkü borç, Antonio’nun bedeninin bir parçasını denetim altına almışken, bugün borçlandırılan insan bütün bedensel kapasiteleriyle birlikte, zamanını ve geleceğini de borçlanarak ipotek altına aldırmıştır.
Borçları ödemenin imkansızlığı borcun ‘’sonsuz borç’’olmasından kaynaklanır. Çünkü alacaklı-borçlu ilişkisi her zaman ilki lehine bir denetim alanı da açacaktır. Bu denetimin ve kapama aygıtının devam etmesi içinse borç her zaman ‘’sonsuz borç’’ olarak dolaşımda kalacaktır. Bu yüzden borçların yapılandırılması, taksitlendirilmesi veya ödenmesi için dile getirilen talepler borç ekonomisinin denetim ve kapama aygıtına içkin, onun tarafından kuşatılmış olacaktır. “Nihayetinde, borçlarımızı bir şekilde sıfırlamayı başarırsak, borç verenlerin bir işine yaramayız. Mesele, borç hizmetimizi acı sona kadar, hatta kefilli kredi durumunda olduğu gibi mezar ötesine kadar uzatmaktır. Çıplak gerçek, borçların, özellikle birleşik faizde, ödeme kabiliyetinden çok daha hızlı bir şekilde katlandığıdır. Orijinal ödünç verenlerin tümü bunun farkındadır; bu yüzden de mümkün olduğunca hızlı kredi satarlar.” [4]
Borçlandırılmaktan ekonomik ve ahlaki olarak borçlarımızı ödeyerek çıkamayız. Her çaba borcu daha da derinleştirecektir. Borçlu insan borçlarını ödeyerek özgürleşemez, onun borcu artık sonsuz borçtur, geri ödenerek bitmeyen bir borçtur bu. O halde borç ekonomisini ve ahlakını birlikte kıracak, borç bağlarının altını oyacak yeni bir çıkışın koşullarını düşünmek bu kopuşta bize alan açabilir.
"Borç karşısında kendimizi aklamaya, borçlarımızı temizlemeye çalışmakla çok zaman kaybettik, hem de çok. Oysa her aklama sizi zaten suçlu kılar! Bu ikinci masumiyeti ele geçirmek, her türlü suçluluktan, ödevden, kara vicdandan kurtulmak ve tek bir kuruşu bile geri ödememek gerekir, borcun iptali için kavga etmek gerekir, zira hatırlatalım ki bu borç ekonomik bir mesele değil, bizi fakirleştirmekle kalmayıp felakete de sürükleyen bir iktidar aygıtıdır."[5]
Başlangıç Yerine: Ret
Bu ret kuşkusuz bir özgürlük politikasının başlangıç noktasıdır, ama sadece bir başlangıçtır. Kendi başına ret boştur. Bartleby ve Michael K güzel insanlar olabilirler, ama mutlak saflık içindeki varlıkları bir uçurumun kıyısında asılı durur. Onların otoriteden kaçış çizgileri tamamen yalnızlık üzerine kurulmuştur ve onlar sürekli olarak intiharın kıyısında dolaşırlar. Politik anlamda da kendi başına ret (çalışmayı, otoriteyi, gönüllü hizmeti ret) ancak bir tür toplumsal intihara yol açar. Spinoza’nın dediği gibi, toplumsal bünyenin zorba kellesini uçurmakla yetinirsek, parçalanmış bir toplumun cesediyle baş başa kalırız. Yapmamız gereken, reddin çok ötesine geçen bir projeye girişmek, yeni bir toplumsal beden yaratmaktır. Bizim kaçış çizgilerimiz, bizim çıkışımız [exodus] kurucu olmalı ve gerçek bir alternatif yaratmalıdır. Tek başına reddin ötesinde ya da bu reddin bir parçası olarak yeni bir hayat tarzı ve her şeyden önce yeni bir cemaat kurmamız da gerekiyor.[6]
[1] Michael Hard & Antonio Negri – Duyuru, Çev.: Abdullah Yılmaz, Ayrıntı Yayınları, 2012.
[2] Maurizio Lazzarato, Borçlandırılmış İnsanın İmali –Neoliberal Durum Üzerine Deneme- Çev.: Murat Erşen, Açılım Kitap, 2014.
[3] William Shakespeare, Venedik Taciri, Çev.: Zeynep Avcı, Can Yayınları, 2021. Alıntılayan Sercan Çalcı, Borçlan(dır)ma ve Türkiye’de Borçluluk, Praksis Dergi, içinde, Varoluş Borcundan Sermayeye: Borcun Soykütüğü İçin Bir Deneme
[4] Andrew Ross, Krediokrasi, Ayrıntı Yayınları, 2015
[5] Maurizio Lazzarato, Borçlandırılmış İnsanın İmali –Neoliberal Durum Üzerine Deneme- Çev.: Murat Erşen, Açılım Kitap, 2014.
[6] Michael Hard & Antonio Negri – İmparatorluk, Çev.: Abdullah Yılmaz, Ayrıntı Yayınları, 2001.